2 Ağustos 2014 Cumartesi

Napoli Gezisi

Castel dell'Ovo
 
02.07.2014  Napoli'ye trenimiz saat 10:35'te.  Leo'ya bir teşekkür notu bırakıp evden erkenden çıkıyoruz.  Bir gün öncesinin yorgunluğunu hala üzerimizden atamadık ama yeni bir maceraya atılmanın verdiği heyecanla Termini'ye nasıl yürüdüğümüzü anlamıyoruz bile.  İstasyonun içindeki büyük ekranlarda trenimizin hangi perondan kalktığını öğreniyoruz.  Roma Termini'den Napoli merkeze giden üç farklı tren var.  Bu trenler hız ve fiyat bakımından farklılık gösteriyor.  Bizim seçtiğimiz tren Frecciarossa; Napoli'ye 1 saat 10 dakikada varıyor ve toplamda 38 Euro ödüyoruz.  Biz bilet işini, İtalya'ya gelmeden Trenitalia sitesinden halletmiştik ama yaz sezonunun en hareketli dönemi olmasına rağmen trene girdiğimizde neredeyse yarısının boş olduğunu görüyoruz.  Bu yüzden önceden almak çok da önemli değil.  İtalya'ya gelmeden önce Napoli hakkında birçok olumsuz eleştiri duymamıza rağmen gitmek konusunda oldukça ısrarcıyız.  Hemen hemen okuduğumuz her blog ya da konuştuğumuz herkes, Napoli'nin kirliliğinden, düzensizliğinden, trafik sıkışıklığından ve hırsızlık olaylarından yakınıyordu.  Ama İstanbul'da yaşayan biri için bunlar da çok çeldirici gelmiyor.  Booking.com'dan Hotel Europeo'da 42 Euro'ya bir gecelik yer ayarladık.  Böylece burası bizim için bir durak olacak ve pizzanın doğduğu şehir olarak bilinen Napoli'de midemizi şenlendirecek, ertesi gün de arabamızı kiralayıp güneye doğru devam edeceğiz. 
Saat 11:45'te Napoli Merkez'e varıyoruz.  İlk durak istasyondaki tourist information noktası.  İlgililerden birine gideceğimiz adresi gösteriyorum.  Buradan bir şeye binmemize gerek olmadığını söylüyor ve bir harita üzerinde yürüyeceğimiz istikameti çizerek gösteriyor.  Kalacağımız otelin yakında oluşuna seviniyor ve çantalarımızı sırtlanıp yeniden yola koyuluyoruz.  Bu seferki yol ne yazık ki Termini ve San Lorenzo kadar yakın değil.  Yine de azimliyiz.  Corso Umberto I üzerinde yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşün ardından otelimize varıyoruz.  Resepsiyonda, bize görmemiz gereken bölgeleri yine bir harita üzerinde göstererek anlatıyorlar.  Yine oldukça merkezi bir yerdeyiz.  Zaten Napoli'de gidebileceğiniz yerler kısıtlı.  Tarihi gezi doyumuna Roma'da ulaştığımız için bizi ilgilendiren tek şey nerede yiyip içebileceğimiz oluyor.  Eşyalarımızı bırakıp biran önce keşfe koyuluyoruz. 
İlk olarak limana inmeye karar veriyoruz.  Yolumuz biraz uzun olduğundan, kendimize birer Peroni ve yanına Arancini dedikleri, içine pirinç ve mozeralla doldurulmuş, dışı ise aynen içli köfteye benzeyen atıştırmalık bir şeyler alıyor ve dokusunun yumuşaklığına hayran kaldığım taş banklara oturup biraz enerji depoluyoruz.  Liman yolu da oldukça keyifli.  Gözümüze ilk önce tüm ihtişamıyla Castel Nuovo çarpıyor.  Denize yaklaştığımızı anlıyoruz.  Birkaç dakikalık bir yürüyüşün ardından da sonunda mavi sulara kavuşuyoruz.  Efe'nin de benim de hemen yüzümüz gülüyor ve deniz görmeden yaşamanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha anlıyoruz. 
 
Via Partenope
Kıyı boyunca dizilmiş kayalıkların üzerinde güneşlenen onlarca kişiyle karşılaşıyoruz.  Demek ki burada işler böyle yürüyor diyerek biz de kendimizi bir kayanın üzerine atıyor ve denize karşı biraz keyif yapıyoruz.  Napoli'de yalnızca bir günümüz olduğundan bu keyfi kısa kesiyor ve yeniden yola koyuluyoruz.  Derken, dünyanın ne kadar küçük olduğunu kanıtlarcasına, yolda rastladığımız tanıdıklar bizi bir hayli şaşırtıyor.  Kısa ve keyifli bir muhabbetten sonra onlarla da Türkiye'de görüşmek üzere vedalaşıyor ve ilk durağımız olan Europcar'a gidiyoruz.  Rezervasyonu gelmeden yapmış ve arabamızı Europcar'ın havaalanı şubesinden alacağımızı belirtmiştik.  Fakat mesafe çok fazla olduğu için limandaki şubeden almayı talep ediyoruz.  Hiç sıkıntı çıkarmadan kabul ediyorlar ve yarın saat 10:30 için sözleşiyoruz. 
Bu işi de hallettikten sonra, Via Toledo'ya, markalar caddesine çıkıyoruz.  Sağımızda Valentino, solumuzda Gucci yürürken, Efe'nin ayakkabı aşkıyla Paciotti'ye doğru koştuğunu görüyorum.  Birkaç dakika sonra elinde poşeti ile mağazadan çıkıyor ve böylece Napoli'deki çılgın alışveriş maceramız da başlamış oluyor.  İtalya'da yaptığımız toplam alışverişin %80'ini Napoli'de yapıyoruz.  Hemen hemen bütün mağazaların üzerinde gördüğümüz 'Saldi' yazısı ise keyfimize keyif katıyor.  Benim en keyifli alışverişim ise neredeyse Napoli'de bütün gençlerin ayağında gördüğümüz siyah cut-out botlar oluyor.  Bu kadar moda olunca annelerimiz de bundan nasibini alıyor tabii :)
Kendimize ve sevdiklerimize hediye merasimini de bitirdikten sonra sıra karnımızı doyurmaya geliyor.  Sonunda Napoli pizzasının tadına bakacağız.  Hemen siparişimizi veriyoruz.  Pizzalarımız geldiğinde ise gördüğümüz manzara ve burnumuza gelen koku bile karnımızı doyurmaya yetiyor.  Açık ara yediğimiz en iyi pizza.  Efe kendine Margherita sipariş ediyor.  Ben ise garsonun tavsiyesine uyup taze cherry domatesli bir pizza söylüyorum.  İki pizza ve yarım litre ev yapımı şaraba toplamda 20 Euro ödüyor ve yüzümüz gülerek oradan ayrılıyoruz.  Artık otele dönüp akşam için hazırlanmamız gerekiyor.  Akşam için planımız Castel dell'Ovo karşısındaki Via Partenope üzerinde dizili barlardan birinde birkaç kadeh birşeyler içip Napoli'deki gençlerin arasına katılmak.  Akşam saatlerinde, Via Partenope, şık kıyafetlerini giyinmiş, gezintiye çıkan her yaştan insanla dolu.  Bar ve restoranlar da oldukça hareketli.  Biz oturmak için Penny Black Waterfront'u seçiyoruz.  Açık havada, denizden gelen hafif rüzgar yüzümüze vura vura oturmak hoşumuza gidiyor.  Yan masada dikkatimizi çeken biradan sipariş ediyoruz hemen :)  Dolayısıyla adını hatırlamıyorum ama komşunun birası baya hoşumuza gidiyor.  Yanına da bir limoncello bir de meloncello söylüyoruz.  Limoncello zaten bildiğimiz bir lezzet ama meloncello bizi resmen büyülüyor.  Üzerine de yine bir İtalyan lezzeti olan tiramisu sipariş ederek geceyi taçlandırıyoruz.
 
 
 
Ağzımızdaki bu muhteşem tat tamamen yok olmadan geceyi burada noktalıyor ve otelimize doğru yola koyuluyoruz.
Ertesi gün sabah erkenden kalkıyor ve henüz otelden çıkışımızı yapmadan limandaki Europcar'a gidiyoruz.  Planımız, arabamızı alıp, otelin yakınlarında bir yere park edip, sırt çantalarımızı ve üzerine eklenen poşetleri limana kadar taşımak zorunda kalmamak.  Europcar'a gittiğimizde ise bizi bir sürpriz bekliyor.  Limandaki şubede bize vermeyi planladıkları araba olmadığı için, bizim için güzel anıları olan Fiat 500'ü kapıyoruz :)  Aynen Roma'daki gibi Napoli'de de trafiğe kapalı alan oldukça fazla.  Bizim otelimizin olduğu sokak da ne yazık ki bunlardan bir tanesi.  Arabayla ilerleyebileceğimiz kadar ilerliyor fakat hiçbir yerde park yeri bulamıyoruz.  En son depo gibi kullanılan ve hemen girişinde bir araba olan geniş bir binaya denk geliyor ve içerideki adamı yalvar yakar 5 dakika arabamızı oraya bırakmaya ikna ediyoruz.  Hemen gidip otelden çantalarımızı alıyor, çıkışımızı yapıyoruz ve koşar adımlarla arabaya yürüyoruz.  İyi kalpli bu amcaya birçok kez teşekkür ettikten sonra arabaya atlıyor ve yeni maceralara yelken açıyoruz. 
Napoli hakkında bizim düşüncelerimize gelecek olursak; en az Roma kadar keyif aldığımız, hatta daha fazla zaman geçirmediğimiz için hayıflandığımız ve insanların yorumlarını dinlemediğimiz için mutluluk duyduğumuz çok keyifli bir şehir olarak aklımıza kazınıyor.  Bahsedilen tehlike ya da olumsuzlukların hiçbirine rastlamıyoruz.  Gerçek İtalya ruhunu yaşamak isteyenler muhakkak listeye eklemeli...
 

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Roma Gezisi 4.Gün

 
01.07.2014  4. gün için planımız Colosseum, Roman Forum ve Paletine'yi gezmek. 
Yolculuk yine oldukça kolay.  Termini'ye ulaşıyor ve bu sefer B hattını kullanarak Colosseo durağında iniyoruz.  B hattındaki metro oldukça eski ve üzeri tamamen grafitti ile kaplanmış.  Bizi şimdiden o tarihi havaya sokuyor.  Metrodan çıkar çıkmaz Colosseum, tüm ihtişamıyla karşımıza çıkıyor.  İçine girmeden önce etrafında bir tur atıyor ve bu devasa yapıyı dışarıdan fotoğraflıyoruz.  Giriş kapısında birikmiş kalabalık gözümüzü korkutuyor.  İnsanlar iki sıra halinde bekliyorlar.  Sıranın biri bileti olanlar için.  Çoğunun elinde Roma Pass Card görüyoruz.  Bununla ilgili de araştırmalarımızı yapmıştık gitmeden.  Roma Pass, turistlerin ilk başvurduğu kartlardan biri; hem değişik zaman seçenekleri ile birlikte şehir içi ulaşımda her türlü toplu taşımada sınırsız hak, hem de üç müzeye ücretsiz giriş imkanı sunuyor.  Kaç günlük olduğuna göre fiyat seçenekleri de değişiyor.  Biz gitmeden önce almayı düşünmemize rağmen (internetten de alabilirsiniz, herhangi bir 'tourist information'dan gittiğinizde de alabilirsiniz), Roma'ya gittikten sonra almaktan vazgeçtik.  Çünkü toplu taşımayı zaten çok az kullanıyoruz.  Girmek istediğimiz müzelerin fiyatı ise Roma Pass almamızı gerektirecek fiyatlar değil.  Her neyse, çaresiz, bileti olmayanların beklediği uzun kuyruğa giriyoruz.  Sonra aklıma bizi bu kalabalıktan kurtaracak bir fikir geliyor.  Colosseum, Roman Forum ve Paletine için girişte aynı bileti kullanıyorsunuz.  Bu nedenle hemen Efe'yi hemen o uzun kuyruktan çıkarıp hemen karşıdaki Roman Forum gişesine götürüyorum.  Herkesin ilk durağı Colosseum olduğu için Roman Forum'un bilet gişesi bomboş.  Hemen oradan kişi başı 14 Euro verip biletlerimizi alıyoruz ve Colosseum'a geri dönüp hiç beklemeden kendimizi içeride buluyoruz.

Monopodumuz da turistlerin ilgisinden nasibini alıyor
Kendimize birer Colosseum hatırası almayı ihmal etmiyoruz
Colosseum tabii ki tüm ihtişamıyla bizi büyülüyor.  İzlediğimiz filmlerdeki ölümcül gladyatör dövüşleri gözümüzün önünde canlanıyor.  Colosseum içindeki iki katı karış karış gezdikten sonra bir de içerideki müzeye göz atıyoruz.  Artık burayı terk edip Roman Forum'a gidebiliriz.  Roman Forum, çok geniş bir alan üzerine yayılmış birçok tapınak ve anıtı gözler önüne seriyor.  Nereye bakacağımızı şaşırıyoruz.
 
Roman Forum'dan Palatine'ye geçiyor ve buram buram tarih kokan gezimize devam ediyoruz.  Bu geziyi Roma'daki son günümüze bıraktığımız için mutluyuz.  Zira bu, yorgunluğumuzun ve tarih bombardımanının en uç noktası olmalı diye düşünüyoruz.  Bu noktadan itibaren Roma ile vedalaşmak ve yeni şehirlere ve keşiflere kendimizi bırakmak niyetindeyiz. 
Yalnız son bir eksiğimiz var.  Efe kendine kask aldığından beri bana da hemen bulmamız gerektiği konusunda söyleniyor.  Biz de Fontana Di Trevi yakınlarında yine daha önceden duymuş olduğumuz birkaç yere bakma planını bugüne ayırıyoruz.  Ben daha İtalyan işi bir kask istiyorum.  Dolayısıyla daha kolay bulacağımızı düşünüyorum.  O sokaktan giriyor, diğerinden çıkıyoruz ama bir türlü kask satan bir yer bulamıyoruz.  Birkaç kişinin yönlendirmesiyle birkaç dükkana girip çıksak da istediğimiz gibi bir şey yok.  Son umudumuz, Vespa'yı kiraladığımız yerde bahsettikleri Vespa Museum.  Buraya ulaşmamız da bir hayli yorucu oluyor çünkü Colosseum'a geri yürümek zorunda kalıyoruz.  Yaklaşık yarım saat içinde Vespa Museum'a varıyoruz.  Fakat orjinal Vespa kaskları dışında bir alternatif burada da yok.  Vespa cennetinde kask bulamamamız bizi biraz hayal kırıklığına uğratıyor.  Derken birkaç kişi Tiber Nehri'nin diğer tarafında, Trastevere yakınlarında birçok alternatif bulabileceğimiz bir yerden bahsediyor.  Haritayı elime alınca benim yüzüm ekşiyor ama Efe vazgeçecek gibi değil.  Kaç kilometre yürüdüğümüzü hesaplayamıyorum bile.  Bize verilen adrese sonunda varıyoruz ve zor da olsa sokağı bulduktan sonra gördüklerimiz bütün bu yorgunluğa değiyor.  Şimdi Roma'da herkesin kaskını nereden aldığını anlıyorum.  Burası aynen Roma'nın Eminönü'sü gibi; tam bir kask cenneti.  Karşılıklı birçok dükkan sayısız modelde kaskı kaldırımlarda sergiliyorlar.  Her birini teker teker geziyor ve sonunda beni bekleyen kaskıma kavuşuyorum.  İtalya'da en çok tercih edilen kasklardan biri; çok kibar ve diğer kasklara nazaran biraz daha ufak.  Fiyatı da oldukça uygun.  Adının 'Dieffe' ('di' İtalyancada iyelik eki olduğundan ben bunu 'Efe'nin' olarak yorumluyorum) olması ise almam için yeterli bir neden :)
 İstediğimiz her şeyi eksiksiz yapmış olmanın verdiği mutlulukla evimize dönüyoruz.  Bir metre daha yürüyecek enerjimiz kalmıyor.  Ertesi gün sabah erkenden Napoli'ye doğru yola çıkacağız.  Bu akşam eşyalarımızı toparlamamız ve yarına hazır olmamız gerekiyor.  Yine de son bir gayretle kendimizi yeniden dışarı atıyor ve Il Vero Alfredo'ya gidiyoruz.  Kesinlikle irade dışı olan bu gezi, fettucinimiz geldiğinde bize bir kez daha 'ne iyi yaptık' dedirtiyor.  Son metroya birkaç dakikayla yetişiyor ve gece 00:00 sularında yeniden eve dönüyoruz.  Efe ertesi gün nereye nasıl ulaşacağımızın araştırmasını yaparken, ben de sırt çantalarımızı hazırlıyorum.  Kulağımızda Lando Fiorini'den 'Arrivederci Roma', her anı dopdolu geçen bu macerayı burada noktalıyoruz...

20 Temmuz 2014 Pazar

Roma Gezisi 3.Gün

30.06.2014  Saat 18:30'da Vespa'yı teslim etmemiz gerektiği için güne erken başlıyoruz.  İlk durağımız Termini'ye 25 km uzaklıktaki Castel Romano Outlet.  Burası Roma'nın en büyük outleti ve içinde çok sayıda marka bulunuyor.  Vespa'mızla yavaş yavaş ilerliyoruz.  Manzara bir hayli güzel.  Gidiş yolu kesinlikle çok rahat.  Tek problem, eğer siz de kendi aracınızla gidecekseniz iyi bir GPS'in sizi yönlendirdiğine emin olun.  Zira bizim gibi bir noktadan sonra şansınızı yoldaki tabelalara bırakırsanız işiniz çok zor çünkü Roma'da yönlendirici tabela bulmak neredeyse imkansız.  Neyse, fazladan 10-15 dk dolandıktan sonra (yine de Roma'da kaybolmak bile zevkli) Castel Romano'ya ulaşıyoruz.  Çok geniş bir alan üzerine kurulmuş olan outlet, içindeki kafeler ve mağazaların çeşitliliği ile bizi büyülüyor.  Tabii bazı markaların indirimi euro-tl hesabı yapılınca pek indirim gibi olmasa da çok uygun fiyata alışveriş yapmanız da mümkün.  Bizim buraya asıl geliş amacımız ise kendimize motor kaskı alabileceğimiz bir yer bulmak.  İstanbul'da birkaç yeri gezmiş ve kasklar konusunda biraz fikir edinmiştik.  Ama bizim asıl isteğimiz kasklarımızı Vespa'nın doğduğu şehir, Roma'dan almak.  Sonunda içinde çok sayıda kask olan bir mağazaya giriyoruz.  Diesel'in beğendiğimiz birkaç modelini buluyoruz ama istediğimiz renkler ve beden mevcut değil.  Olanlar da içimize sinmiyor.  Derken Efe, Hugo Boss'a giriyor.  Etrafa bakınırken bir de ne görelim?  Hugo Boss için özel tasarlanmış, çok şık bir kask.  Efe kaskı taktığı anda ikimizde aşık oluyoruz.  Ve hemen fiyatı da oldukça uygun olan bu kaskı Efe'ye alıyoruz.  Ama fotoğrafı ben çektiriyorum :)
Efe yeni kaskıyla mutlu bir şekilde Vespa'ya atlıyor ve bir sonraki durağımız olan Villa Borghese'ye doğru yol alıyoruz.  Burası çok büyük bir park.  Biraz huzur bulmak ve doğanın tadını çıkarmak için mükemmel bir adres.  Biz de kendimizi büyük bir ağacın altındaki banka atıyoruz ve biraz mola verip GoPro videolarımızı izliyoruz.  Artık teslim saatine yaklaştığımız için bu keyfi burada noktalandırıyor ve Spagna bölgesine geri dönüyoruz.  Elimize birer bira ve atıştırmalık bir şeyler alıp Fontana Di Trevi'nin orada bir mola daha veriyor ve Vespa'yı teslim ediyoruz.  Artık biraz soluklanmak için eve dönme vakti.  Evde Leo ile karşılaşıyoruz.  Biraz muhabbet ettikten sonra bu akşam pizza yemek istediğimizi söylüyor ve önerebileceği bir yer olup olmadığını soruyoruz.  Aldığımız cevap bizi biraz şaşırtıyor. 
Leo, Roma'da pizza yenilecek en iyi semtlerden birinin San Lorenzo olduğunu, birçok Romalının sırf pizza için buraya geldiğini söylüyor.  San Lorenzo bizi böylece ikinci kez mutlu ediyor.  Özellikle tavsiye ettiği restoran ise evimize birkaç metre uzaklıktaki Formula 1.  Leo'nun tavsiyesine uyup akşam yemeğimiz için soluğu Formula 1'de alıyoruz.  Kendi şarapları ve tavsiye ettikleri birkaç aperatif ile başlangıç yapıyoruz.  Özellikle kabak çiçeği dolmaları bir harika!  İçini mozarella peyniri ile doldurup bir güzel kızartıyorlar.  (Zucchini flowers dedikleri bu mezeyi daha sonra Positano'da da yiyeceğiz.)  Sıra pizzaya geliyor.  Tabii ki klasikten şaşmıyor, tercihimizi margheritadan yana yapıyoruz.  İtalya'da pizzayı dilimleyip elinizde tutmanız mümkün değil.  Sosu ve malzemesi o kadar bol ki resmen mest oluyoruz. Yanımıza İtalyan ve Polonyalı bir çift oturuyor.  Çok geçmeden sohbete başlıyoruz.  İtalyan çocuğa buradaki pizzayı nasıl bulduğunu soruyorum.  Leo'nun söylediklerini o da doğruluyor. 
Yemeğimizi ve şarabımızı bitirdikten sonra San Lorenzo'da kalıp meydana dağılmış gençlere katılmaya karar veriyoruz.  Burası oldukça ilginç bir meydan.  Çevredeki barlardan içkisini alan gençler kaldırımlarda oturup sohbet ediyorlar.  Satıcılar ilgimizi çekiyor.  Gençlere de bakarak, bu satıcıların gösterdiklerinden fazlasını sattıklarına kanaat getiriyoruz.  Biz de kendimize birer Sprite alıp boş bulduğumuz yere oturuyor ve etraftaki insanları izlemeye başlıyoruz.  İtalyanların Türklere benzediğini bir kez daha onaylıyoruz.  Çok geçmeden de günü burada noktalıyor ve apartmanımızın kapısının önündeki gençlerden müsaade isteyip evimize çıkıyoruz.  Yarın çok uzun bir gün olacağından biraz dinlenmemiz gerekiyor. 

Roma Gezisi 2.Gün

29.06.2014  Sabah erkenden kalkıp yeniden yola koyuluyoruz. Bugün için planımız Tiber Nehri'ni geçip Vatikan ve Trastevere bölgesini dolaşmak. Bu bölge için özellikle Pazar gününü tercih ediyoruz çünkü Trastevere'nin ünlü bit pazarı Porta Portese yalnızca pazar günleri saat 06:30 ve 14:00 arasında kuruluyor. Daha önceki araştırmalarım sonucu edindiğim bilgilere göre Vatikan Müzeleri'de her ayın son pazar günü 09:00 ve 14:00 arasında ücretsiz giriş imkanı sunuyor. Son giriş saati ise 12:30. Biz ilk önce müzeye gitmeyi tercih ediyoruz. Vatikan'a ulaşmak için yine A hattını kullanıp Ottaviano durağında inmemiz gerekiyor. Metrodan kendimizi dışarı atar atmaz büyük bir kalabalık ile karşılaşıyoruz. İnsanlar büyük kitleler halinde Vatikan'a doğru yürüyorlar. Gelenlerin çoğu, daha önceden de okuduğum, dizler ve omuzlar kapalı giyinme kuralına uygun görünüyor. Fakat müzelerin bulunduğu alana doğru ilerledikçe bu kuralın pek de katı olmadığını fark ediyoruz. Müzeye nereden giriş yapacağımızı çözmeye çalışırken, oradaki görevlilerden birinin müzenin bugün kapalı olduğunu söylemesi biraz canımızı sıkıyor ama dışarıda öyle bir ambians var ki Vatikan hevesimizi tamamen karşılıyor. Piazza San Pietro hınca hınç dolu ve büyük ekrandan yansıtılan Papa görüntüleri ve ayin sesleri bizi bambaşka bir dünyaya götürüyor. Tablo gibi hazırlanmış büyük çelenkler ve başlarında bekleyen gruplar görüyoruz. Her grup kendine ait çelengi sırtlanıyor ve bir nevi geçit töreni başlıyor. Dans gösterisi yapan kızlar, elinde enstrümanlarıyla yürüyen gruplar ve bizim çelenkliler meydanı bir uçtan diğerine dolaşıyorlar. Tabii ki biz de GoPro ile onların arasına karışıyoruz :)  Buradan bit pazarına gitme hayalimiz de suya düşüyor çünkü aradaki mesafeyi de göze alınca, buradaki gezimizi o kadar kısa sürede tamamlamanın mümkün olmayacağına karar veriyoruz.  Fakat daha sonra Leonardo'dan da duyduğumuz kadarıyla görülmeye değer bir pazar yeri olduğunu öğreniyor ve burayı bir sonraki Roma seyahatimize bırakıyoruz.
 
Meydanda biraz daha gezdikten sonra Castel Sant'Angelo kuyruğuna girmeye karar veriyoruz. Bu kale İS 139 yılında kullanılmaya başlıyor ve kurulduğundan bu yana hapishane ve sığınak gibi birçok amaca hizmet ediyor. İçeri girdiğimizde birçok rutubetli hücreden ve dar koridorlardan geçiyoruz. Kalenin en üst katına çıktığımızda ise müthiş bir manzarayla karşılaşıyoruz. Kalede, bu akşam saat 21:30'da bir havai fişek gösterisi olduğunu öğreniyoruz. Gösteriye denk gelmeyi umarak oradan ayrılıyoruz.

Trastevere'ye çıkmadan önce meydandaki bir restoranda makarna yiyor, limoncellomuzu yudumluyoruz. Yemeğin üzerine de, Tiber Nehri'nin üzerindeki Isola Tiberina, yani Tiber Adası'na uğramaya karar veriyoruz. Köprüden adaya geçtiğimizde antik hastanenin karşısında, hemen solda Sora Lella isimli bir restoran var. Turistik bir yer değil, hatta içeride İngilizce bilen birini bulmakta zorlanıyoruz. Tek isteğimiz, ününü önceden duyduğumuz ricotta peynirli dondurmalarından yemek. Bunu anlatacak kadar konuşmamız yeterli oluyor. Dondurmamızı afiyetle yiyor ve kalkıyoruz. Kesinlikle değişik bir lezzet ama bizi çok etkilemiyor.
Trastevere Caddesi oldukça büyük ve hareketli bir cadde. Ama artık ayaklarımızı hissetmediğimizden bu gezintiyi kısa kesiyor ve Tiber Nehri'nin üzerindeki köprülerin birinden karşıya geçerek, İspanyol merdivenlerine doğru yol alıyoruz. Şansımıza bunaltıcı bir sıcak olmadığından orada biraz oturup günün yorgunluğunu üzerimizden atıyoruz.
Ben kara kara eve nasıl yürüyeceğimizi düşünürken Spagna metro durağının girişinde, ertesi gün scooter kiralamayı düşündüğümüz firma, Bici Baci ile karşılaşıyoruz. Saat tahmini 18:30. İçerideki görevli kapatmak üzere olduklarını söylüyor. Vespamızı bugün kiralamaya karar veriyoruz. Görevli yalnızca bir Vespa kaldığını söylüyor ve İtalya'ya gitmeden önce hep hayallerimde kurduğum turuncu Vespa burada karşıma çıkıyor. Hem eve yürümeyecek olmanın verdiği mutluluk, hem de turuncu Vespa'ya kavuşmanın verdiği heyecanla Roma'daki scooter maceramız da başlamış oluyor.
Eve dönüp biraz soluklandıktan sonra kendimizi yeniden dışarı atıyoruz. Vespa'ya atlayıp Roma sokaklarında kayboluyoruz. Ama Efe öyle güzel kayboluyor ki Tiber Nehri üzerindeki köprülerden birine doluşmuş kalabalığa denk geliyoruz. Tam bu kalabalık ne, diye düşünürken, Efe'ye saati soruyorum. Saatin 21:27 olduğunu söylüyor. Birden aklıma Castel Sant'Angelo'daki havai fişek gösterisi geliyor. Üç dakika sonra, yaklaşık yarım saat sürecek bir gösteri başlıyor. Altımızda Tiber Nehri, karşımızda tüm ihtişamıyla Sant'Angelo kalesi ve karanlıkta parlayan rengarenk havai fişekler.
Bu gösteriyi de kaçırmamış olmanın verdiği keyifle bu akşamın büyük planına doğru yol alıyoruz: Piazza Augusto Imperatore'de bulunan Il Vero Alfredo. Restorana adım atar atmaz, buranın ne kadar köklü ve kaliteli bir yer olduğunu anlıyoruz. Bütün duvarlar buraya gelen ünlülerin resimleriyle süslenmiş. Garsonlar inanılmaz ilgili ve güler yüzlü. Gelen fettuciniyi ise anlatmak imkansız. Evet, Roma'da fettuchini yiyecekseniz, kesinlikle burayı tercih etmelisiniz. Biz doymadık, daha sonra bir kez daha geldik. Fiyatlar çok uçuk değil, porsiyonlarda oldukça doyurucu. İki tabak fettuchini ve 1 litre ev yapımı şarapları için toplamda 50 Euro ödüyoruz.
 Damağımızda kalan bu enfes tatla Vespa'ya atlıyoruz ve başka bir lezzete doğru gidiyoruz: Gelateria Valentina.  Üçer top dondurma alıyoruz.  Dondurmalarımızı koyan ve oranın sahibi olduğu belli olan yaşlı amcayla keyifli bir sohbete başlıyoruz.  Hiç Türk'e benzemediğimizi söylüyor.  Sonra da Türkçe birkaç cümle kuruyor.  Dondurmalarımızı hangi sırayla yememiz gerektiğini anlatıyor.  Sanırım yoğunluklarına göre birbirini dengelemesi için böyle bir sıralama yapıyor.  Hepsi gerçekten çok leziz ama Efe de ben de bitter çikolatayı çok sevdiğimiz için favorimiz bitter oluyor.  Ağızda saf bir çikolata tadı bırakıyor.  Efe dayanamayıp bittere saldırıyor ama ben uslu uslu sırayı takip ederek dondurmamı bitiriyorum. Sonrasında keyifli bir gece turuyla bu günü de sonlandırıyoruz.
 

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Roma Gezisi 1.Gün

 
 

 
28.06.2014  Roma Fiumicino Havaalanı'na iniyoruz.  Kalacağımız yer Roma'nın Termini bölgesine yürüme mesafesinde olan San Lorenzo.  Ev sahibimiz Leonardo bizi evde bekliyor.  Kendisini airbnb.com'dan çok önceden bulup, muhabbetimizi kurmuştuk bile.  Termini'ye nasıl varabileceğimizi de önceden öğrenmiştik tabii kendisinden.  Biz de bu yönlendirmeler doğrultusunda yapılacak en iyi şeyin bizdeki Havaş'ı andıran shuttle otobüslere binmek olduğuna karar veriyoruz.  Bizim gördüğümüz en az üç firma var bu hizmeti veren ama hepsinin fiyatı da aynı; tek gidiş 6 Euro, fakat gidiş dönüş alırsanız 10 Euro tutuyor.  En yakın otobüste hangisinde yer varsa sizi ona yönlendiriyorlar.  Biz bir daha hiç dönmeyecekmişiz gibi sadece gidiş alıyoruz.  (Tatilimizin sonunda bu anı gülümseyerek anacağız.)
Termini'ye varmamız yaklaşık 40 dakika sürüyor.  Otobüslerde ücretsiz wifi var.  Sevdiklerimize son mesajları da atıp kendimizi 4 gün boyunca Roma'nın akışına bırakmaya hazırız.
Termini, şehrin demir yolu hattının merkez noktası.  Bir nevi bizdeki Haydarpaşa ama içine girdiğinizde ilk bakışta daha çok bir AVM'yi andırıyor.  Merkeze doğru gidilecek ise, ilk önce Termini'ye varıp, oradan trenle, metroyla ya da hemen önünden kalkan otobüslerle ulaşmak oldukça kolay.  Bizim kalacağımız yer Termini'ye çok yakın olduğundan biz yürümeyi tercih ediyoruz.  Daha sonraları da ulaşımımızı hep Termini'deki metro durağından yapacağımız için defalarca aynı yolu gidip geleceğiz.
İlk izlenim biraz beklenmedik oluyor.  İstasyonun dışında yatan birçok evsiz olduğunu fark ediyoruz ve geçen insanların yüzünden, bunun oldukça alışılmış bir durum olduğunu görebiliyoruz.  Herkes kendi halinde.  Hatta birçoğunun altında gerçek yatak var.  Yatağının başucuna vazo ve içine çiçek koyanları bile gördük.  Bizim de bu durumu kabullenmemiz çok kısa sürüyor.  Fakat istasyona bitişik kaldırımdan yürüyecekseniz, durum çok da alışılacak gibi değil.  Sıcak havayla iyice ağırlaşan idrar kokusu bizi sonralardan karşı kaldırımdan yürümeye mecbur bırakacak.
Tatilin başında çok fazla yükümüz yok.  Sadece sırt çantalarımız ve tatil boyunca yanımızdan hiç ayırmayacağımız GoPro çantamızı taşıyoruz.  İlk günün de verdiği enerjiyle yaptığımız yürüyüş bizi hiç yormuyor.  San Lorenzo'yu hemen buluyoruz.  Fakat Leonardo'nun bize verdiği adreste apartman numarasının olmaması işimizi biraz zorlaştırıyor.  Efe gitmemiz gereken sokağı bulduktan sonra, aslında hemen evimizin yanında olduğunu fark edeceğimiz bir bara atıyoruz kendimizi.  Emin olmak için elimdeki adresi içerideki birkaç kişiye gösteriyorum.  İçerideki müşterilerden biri Leonardo'nun arkadaşı çıkıyor ve kısa bir telefon konuşması sonucunda dairemizi buluyoruz. 
Çabucak eşyalarımızı yerleştirip, üzerimize biraz daha rahat bir şeyler geçiriyor ve bir elimize su şişesi, diğerine GoPro'muzu alıp kendimizi yeniden yollara atıyoruz.  Su şişesini özellikle belirtmek istiyorum çünkü Roma'da yalnızca bir kez su almanız yeterli.  Sonra yapmanız gereken tek şey, gidebileceğiniz her yerde göreceğiniz sayısız çeşmeden buz gibi suyunuzu doldurup yudumlamak.  Saat akşam 5.  Bu güne geç başladığımızdan özel bir planımız yok.  İlk gün biraz etrafı keşfetmek niyetindeyiz.  Termini'ye gerisingeri yürüyüp metroya biniyoruz.  Metro biletini içerideki makinelerden almamız gerekiyor.  Burada turistlerin işini kolaylaştıracak birçok seçenek mevcut.  Tam gün geçerli olan, üç günlük  ya da bir haftalık bilet alabiliyorsunuz.  Biz işimiz belli olmaz diyerek her seferinde tek bilet alıyoruz.  Tek bilet fiyatı 1.50.  100 dakika içinde kullanılması gerekiyor.  Metro durakları tabii ki şehrin gezilecek ana merkezlerine çok yakın. 

İlk gün A hattını kullanıyoruz.  Planımız Flaminio durağında inip, Popolo meydanında biraz soluklanıp Spagna, Barberini ve Repubblica duraklarının olduğu istikameti yürüyerek dönmek.  Zaten görülmesi gereken yerlerin büyük bir kısmı da bu istikamette bulunuyor.  Ve inanın hepsi birbirine yürüme mesafesinde.  Gitmeden önce, görmek istediğimiz her yeri sığdırdığım üç günlük bir Roma gezi planı hazırlamış olduğumdan ilk keşif günümüzde yalnızca gözümüzü doyuruyoruz.  Popolo meydanından Via Del Corso'ya, yani Roma'da yönümüzü birçok kez bulmamızı sağlayacak markalar caddesine geçiyoruz.  Cadde üzerinde birçok kafe ve mağaza var.  Kaldırımlardaki müzisyenler kulağımızın pasını alıyor.  Ama rengarenk kostümleriyle turistlerle fotoğraf çektirmek için bekleyenlere dikkat.  Elimizdeki GoPro ile çekim yaptığımızı görenlerden biri 'Honeeey' diye bağırarak peşimden koşmaya başlıyor.  Ben de 'We have no moneeeey' diyerek ondan zor da olsa kurtulmayı başarıyorum.  Karnımız iyice kazınmaya başladığından ara sokaklardan birine girip, gözümüze kestirdiğimiz bir yerden birkaç dilim pizza alıyoruz.  Peroni ile ilk tanışıklığımız da burada başlıyor.
Karnımızı doyurduktan sonra yürüyüşümüze kaldığımız yerden devam ediyoruz.  Termini'den çıkışımızdan itibaren gördüğümüz bir afiş yeniden dikkatimi çekiyor.  İstanbul'da bir türlü fırsatını bulup gidemediğim Andy Warhol sergisi Roma'da karşıma çıkıyor.  Şans eseri serginin açıldığı binanın önünden geçiyoruz.  Andy Warhol'a duyduğum hayranlığı bilen Efe elimden tutup beni içeri sokuyor.  Biletler kişi başı 14 Euro.  Bu sergiyi daha sonraki bir zamana erteleyebileceğimi düşünerek bu sevdadan vazgeçiyorum. 
Fakat sergi girişinde hemen sağ taraftaki hediyelik eşya kısmına göz atmadan da dönmüyoruz.  Kendimize Andy Warhol temalı birer magnet alıyoruz.  Tam çıkarken Efe yine elimden tutup, 'bu tarafa' diyerek beni çekiştirmeye başlıyor.  Nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde serginin çıkışından içeri giriyoruz ve kendimizi Warhol'un muhteşem tablolarının ortasında buluyoruz. 
Ben Andy Warhol'a doymuş olmanın verdiği keyifle, Efe de hem beni mutlu etmiş olmanın hem de cebinde kalan 28 Euronun verdiği mutlulukla orayı terk ediyoruz.
Via Del Corso'nun diğer ucu bizi Piazza Venezia'ya, çevresini daha sonra uzun uzun gezeceğimiz Vittorio Emanuele anıtına çıkarıyor.  Oradan kısa bir mesafe yürüyerek Pantheon'a geliyor ve önündeki çeşmenin merdivenlerinde biraz soluklanıyoruz.  Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor.  Elimize birer külah dondurma alıyoruz.  Efe, ara sokaklardan birindeki bir barda verilen Brezilya-Şili maçını, sokaktaki kalabalık izleyici kitlesiyle izlemeye koyuluyor.  Pantheon'a geri döndüğümüzde hava iyice kararıyor.  Bu görkemli yapının önünde opera söyleyen kadını hayranlıkla dinliyoruz.  Artık yavaş yavaş dönme planları yaparken bir bakıyoruz ki Fontana Di Trevi'nin önüne gelivermişiz.  Bizim deyimimizle ünlü aşk çeşmesi tadilata girmiş.  Çevresini tamamen kapatmışlar.  Bu durum, yine de turistlerin önünde fotoğraf çektirmesini ve para atmalarını engellemiyor.  Çeşmeye karşı özel bir ilgi duymadığımız için Efe de ben de bu duruma üzülmüyoruz ama tadilat için yazın en canlı dönemini seçmelerine de anlam veremiyoruz.  Günün yorgunluğunu atmak için büyük bahçesiyle gözümüze ilişen Ristorante Presidente'ye oturuyoruz.  Bir peynir tabağı, birer kadeh de şarap istiyoruz.  Efe, Kolombiya-Uruguay maçını izliyor. 
İlk gün için hiç beklemediğimiz bir performansla kilometrelerce yürüdükten sonra, sonunda Spagna durağından metroya atlayıp evimizin yolunu tutuyoruz.  Cumartesi olduğundan metro 00:30a kadar hizmet veriyor.  Fakat haftanın diğer günleri son metro saat 23:30da. 
Roma, Efe'de de bende de aynı hissi yaratıyor.  Kesinlikle büyüleyici güzellikte bir şehir ama kendimizi hiç yabancı hissetmiyoruz.  Belki İtalyanları Türklere çok benzettiğimizdendir.  Termini'den eve dönüş yolunda son kamera kaydımızı yapıp ilk günü sonlandırdığımızı düşünüyoruz.  Fakat San Lorenzo'ya vardığımızda durumun hiç de böyle olmadığını anlıyoruz.  Daha birkaç dakika önce yorgunluktan dökülen bizden eser kalmıyor.  San Lorenzo'nun üniversite bölgesi olduğunu biliyorduk ama çevredeki bütün gençlerin cumartesi günü soluğu bizim evin önünde alacağından habersizdik.  Bu durum enerjimizi hemen yerine getiriyor ve kendimizi gençlerin arasına atıp bu günü limoncello keyfiyle sonlandırmanın çok daha doğru olacağına karar veriyoruz.